bugün

entry'ler (1502)

galatasaray yenilirse götümü 3 zenciye elletirim

2 yıl sonra sözlüğe bunun için geri geldim...

ee hadi amk!

gerard butler in altinda inlemek isteyen yazarlar

gerard butler adına çok üzüldüm...

birtakım hamburger ve fıstık yağı şişkosu Amerikan karılarıyla mı yoksa ortadoğu ibneleriyle mi...

adamın seçmek zorunda olduğu güruha bak.

ansızın kalkan bir pipiyi saklama yolları

bir gün böyle bir halde arabadan inemedim.

herkes beni bekliyor, fabrikadan içeri girdim. baktım yok inilecek gibi değil... hayır ortada bir durum da yok niye öyle olduğunu da anlayamadım.

bir süre gözlerimi kapatıp ferdi tayfur filmlerini aklıma getirdim, greta thunberg denilen ufak zillinin birleşmiş millletlerdeki konuşmasını (özellikle "how dare youuuu" diye anırması çok can alıcı), mısır ve hititler arasındaki ilk yazılı kadeş antlaşmasını, gezegen olmaktan çıkardığımız plüto'yu...

sonra geçti mi... hayır. daha da hüzünlü şeyler düşünmeye başladım.

ilkokulda hatice'nin bana tokat atışını... (efsane kızdı. öndeki dört dişi de yoktu. süt dişlerini döküyordu)

kibariye'nin annesini...

zeytinli olduğu iddia edilen ama içinde zeytinin z'sinin bile bulunmadığı poğaçaları...

sonra uyuyakalmışım! güvenlik uyandırdı "abi çıkmıcan mı arabadan artık" diye... hayat çok garip...

istanbul vs ankara

istanbul ve ankara arasındaki bürokratik çekişme, iş bankası eski genel müdürlerinden birinin vakti zamanında söylediği bir lafı hatırlatır bana. şöyle demişti; "Ankara'dan istanbul'a taşınmasak bitmiştik, şimdi çatır çatır şube açıyoruz."

iş bankasının istanbul'a taşınma hikayesi bir o kadar da ilginçtir ama Oysa güzel Ankara'da bulunmak istemez miydi her bahtı kara?

"en büyük pazar neredeyse şirketler de orada olmalıdır" diye de eklemişti genel müdür...

"Tayyip istanbul'u yeniden başkent yapmak istiyor" şeklinde söylemleri hatırlıyorum 4-5 sene öncesine dayanan. Hatta padişahlığını da ilan edecekti, kavuklu mavuklu karikatürleri çiziliyordu... Sultan Birinci Recep... o tür bir padişahlık olmadı ama kısmi bir despotluk elde etti.

ankara gittikçe taşralaşıyormuş efendim, kamu bankaları ve diğer kurumların istanbul'a taşınmasını ciddi bir talihsizlikmiş, öyle söylüyordu kamuoyu bu olay arkasından...

Kapitalizmin ve küreselleşmenin gerçeklerine toslayınca ne bozkırdaki çekirdek kalıyor galiba, ne de memur cenneti.

Eh, ne de memur diktası tabii.

istanbul'a yirmi yıl boyunca çivi çakmamışlar mesela.

Çünkü "pis padişahların saltanat sürdükleri günah yuvası şehirden" nefret ediyorlardı.

Üstelik, istanbullu, cumhuriyetin ilk iki yılında Ankara'nın bazı uygulamalarını eleştirmeye de cüret edebilmişti! (Neyse ki ismet Paşa Takrir-i Sükun Kanunu'nu çıkarmıştı da birden susuvermişlerdi münafıklar. isterlerse susmasınlardı...)

Canım, düşman zırhlılarının kolayca ulaşıp abluka ve işgal edebildikleri bir liman şehrini başkent olarak tutmak da istememişlerdi. Ne de olsa Ankara bozkırın ortasında bir yalnız ağaçtı ve Yunan ordusu Polatlı tren istasyonundan öteye söktürememişti.

Üstelik her şeye sıfırdan başlamıyor muyduk? "Tabula rasa" yapılmış, geçmişe sünger çekilmişti. 19 Mayıs 1919 gününden önceki tarihimiz yok hükmündeydi.

istanbul'a yirmi yıl boyunca çivi çakmadılar, çakmaya kalkınca da ilk iş olarak topçu kışlasını yıkıp sarayın dibine de futbol stadyumu yaptılar değil mi?

On beş yıl sonra Menderes sağı solu yıkmaya koyulunca da kıyameti kopardılar. (Bu memlekete istanbul'un yıkılıp yapılması lazımsa onu da kendileri yaparlardı!)

Ne dersiniz, Ankara taşralaşıyor mu, aslına mı dönüyor?

istanbul intikam mı alıyor, uğramış olduğu haksızlığı mı gideriyor?

Yoksa, ekonomi ve sosyoloji bilimlerinin söyledikleri mi doğrulanıyor?

Emir ve komuta zinciri içinde zorla ticaret, sanayi ve kültür merkezi yaratmak istersen, vadesi doksan yıl galiba.

Ya da gerçekçi olacaksın, cumhuriyetin ilk kırk yılında olduğu gibi orası "yalnızca bürokrasinin yapay kalesi" kalacak, Rio'ya göre Brasilia, Zürih'e göre Bern, ya da Sydney'e göre Canberra gibi bir çakmakent.

Pek pek Berlin'e göre bir Bonn diyelim mi?

velhasıl-ı kelam, bazıları adam olsalar, Atatürk'ün taşradan gelmiş bir yatılı öğrenci olarak gençliğinde istanbul'da yaşadığı sıkıntıyı ve bu şehre duyduğu soğukluğu "sosyopsikolojik" açıdan çözümlemeye, sonra da hayatının son yıllarında istanbul'a bu kez de tam tersine gösterdiği aşırı ilgi ve tutkuyu yorumlamaya çalışırlardı...

matrix felsefesinin gerçek olabilitesi

hortlatmakta beis görmediğimden, çomağımı boka batırıp biraz karıştırayım da sinekleri rahatsız edeyim!

evet efendim;

matrix filmi ortalığı kırıp geçirip gençliği de kasıp kavurduğunda ben kıs kıs gülüyordum; filmin "felsefe sorusu" yeni bir soru değildi, daha önce çok sorulmuştu.

acaba biz, birisinin kafasında ürettiği bir hayal dünyasının unsurları mıyız? gerçeklik (reality) olarak algıladığımız her şey acaba daha üst düzeyde bir gerçeğin (verity) düş ürünü mü? yaşadıklarımız bir "simülasyon" mu?

peki o daha üst düzey tanrı olabilir mi?

siz ne diyorsunuz yahu, küçükken bendeniz ikide bir "ya şimdi uyanırsam da bütün bunların bir düş olduğunu anlarsam" korkusuna kapılırdım. matrix senaryosu yazarmışım da haberim yokmuş!

ama günümüzün gerçeklerinden birini de bilgisayar "muhabbeti" oluşturduğundan, yapımcı, senarist ve yönetmen çoluk çocuğun harçlığına bu yoldan göz dikmiş, paraları da kapmışlardı... meğer biz bir bilgisayar oyununda yaşayan sanal kahramanlarmışız... matrix'i görmeyen ve ondan etkilenmeyen hamburger şişkosu oğlan kalmamıştı.

buna jilet gibi ince güneş gözlüğünü ve yerlere kadar uzanan o maşallah pek gizemli mevlevi cüppesini de ekleyin, bütün genç kerizler tava geldiler. kendilerine aynı havaları vermeye kalktılar.

matrix sonra cıvıdı, bütün "takip filmleri" gibi daha da kötü bir dizisi üretildi. sonuncusu öyle berbattı ki on dakikadan fazla çekemedim...

çocuklar, aynı meseleyi bilimkurgu üstadı philip k. dick'in romanlarında ele almış olduğunu nereden bileceklerdi, okumuyorlardı ki amına kodumun çocukları!

hani geçen yüzyılda yazılmış kitapları kurcalayıp azıcık marksizm'e bulaşmış olsalar, "idealist" felsefeyi, bütün bunların bir rüya olduğunu söyleyen piskopos berkeley'i ve nazım hikmet'in en kötü şiirlerinden biri olan "behey berkeley"i falan da bilecekler...

yahu madem platon'dan ve ünlü "mağara meselinden" haberiniz yok, bari onu eflatun olarak öğrenseydiniz...

şimdi arada bir hortlatılır bu konu. cambridge ünversitesi profesörlerinden martin rees, "bizden daha akıllı bir uygarlık bizi sanal olarak yaratmış olabilir" demişti geçenlerde, yani yepyeni bir şey söylermiş gibi yapıp aslında matrix filminin "story" aşamasını özetliyordu. matematikçi john barrow da bu kanıya varmıştı. boktan türk gazeteleri de çok heyecanlanıyor her daim böyle haberlere, çünkü, reklam da yoksa, yarım sayfa garanti!

oysa türk san'at musikisi'nin kıymetli bestekarları bu suali daha önce tevdi etmişlerdi: hayaaal mi geerçeeek miiii, göördüğüüüm biilmeeem... eelden elee gezeeen, güle döönmüüüşsüün...

yeni kuşaklar meseleyi daha ileri düzeyde de koydular: yalaan dünyaa, herşey bombooş, hancı sarhooş, yolcu sarhooş...

(bir de "maniki dünya" vardır teee babamın kuşaktan, dünya dünya maniki dünya... hint filmlerinde geçer, sanırım bizim "avare" dediğimiz "avaramu" filminin bir şarkısında, raci ile nergis söylüyorlar, ne anlama geldiğini duyduğum günden beri merak ederim! hay sikeyim nereden geldi aklıma?)

bakın ben size daha çılgın bir teori aktarayım;

zecharia sitchin, ki şu ünlü "2012" tantanasını ilk ortaya atan adamdır, insanın uzaylılar tarafından yaratıldığını söylüyor. eski mezopotamya metinleri de bu yönde ipuçları veriyorlar.

2012 yılında belirmesini beklediğimiz ama bir türlü belirmeyen kırmızı ve büyük gezegende (son teorilere göre bu bir sönük güneş, yani bir "kahverengi cüce", bir "brown dwarf" da olabilir) yaşayan uzaylılar, yani bizim mitolojilerimizde hep "tanrılar" olarak geçen yaratıklar, maymun üzerinde genetik mühendisliği deneyleri yaparak, ve maymunun dna hücrelerinden yalnızca yüzde iki kadarını değiştirerek, insanı meydana getirmişler.

deneyin yapıldığı kıta afrika, bölge de uganda-kenya-etiyopya arası göller bölgesi.

allah belamı versin yalanım varsa! yemin ediyorum adam aynen bunu söylüyor...

entry buraya kadar, sikeyim matrix'i, marduk'u, nibiru'yu... geceleri hava soğuk oluyor artık, üşütmeyin. çok tantana da yapmayın, akışına bırakın.

sözlük yazarlarının takım elbiseleri

görsel

Yarın bunu toplantıya giyeceğim ve ilk uçakla yurt dışına iltica edeceğim.

gazetenin arka sayfasinin sag ust kosesi

Bildiğiniz gibi, Türkiye'de gazetelerin "arka sayfa güzelleri" vardır... Adını sanını kimsenin duymamış olduğu birtakım kızların yarı çıplak resimleri, erkek okuyucuyu gıdıklamak amacıyla bu sayfalarda yayınlanır.

Hürriyet Gazetesi daha sonra bunun suyunu çıkarıp kızları birinci sayfanın en üstüne, sürmanşete de almışlığı vardır hani!

Yazılı basın tarihe karışacak, yerini "Internet gazeteciliği", yani lumpen veletlerine gaz verip ona buna küfür ettirme siteleri alacak ya, bu "güzel unsuru" da oralarda habire boy gösteriyor tabi. Sitenin arkası önü olmadığı için dibine koyuyorlar çıplak kızları.

Bu kızlar genellikle hiçbir şey söylemezler ama onların ağzından birtakım abuk sabuk laflar uydurulur, çünkü hiç resim altı kullanılmasa, bu işin yalnızca cinsellik sömürüsü amacıyla yapıldığı kabak gibi anlaşılacaktır.

Dolayısıyla, kızın ağzından "Türk erkekleri çok etkileyici" falan gibi zırvalar yazılınca hiç anlaşılmamış olur!

geçenlerde Molly Sims derler bir kız bulmuşlar da, diyesiymiş ki "Amerikan erkekleri çok utangaçtır, bence bütün erkekler Türkler gibi olmalı", oradan aklıma geldi.

Tövbe, "bütün erkekler" dememiş tabii, Babıali'nin alt kadrolarının yarım eğitimli yarı-aydın ağzıyla "tüm erkekler" demiş!

Molly elbette Ayasofya ve Kapalıçarşı'yı da gezmiş, "istanbul'un mimari ve kültürel yapısına aşık olmuş"...

"Tarihin en eski uygarlıklarına bile başkentlik yapmış olan istanbul’da olmak ve hala o kültürlerden izler görmek inanılmaz güzel"miş.

Sanırım eski Mısır ve Mezopotamya uygarlıkları ve bunların istanbul'daki kalıntıları kastediliyor. Belki Maya ve Aztec uygarlıkları da söz konusudur. Belki Fransa kralı Napoleon da bunları ele geçirebilmek amacıyla gizlice Haydarpaşa'ya gelip oradan Sarayburnu’nu uzun uzun kesmişti...

Eski Babıali geleneklerinin en ahmakça olanlarından biri, söyleşi yapılan gayrimüslim'in eline gazeteyi tutuşturup resmini çekmekti. Adam ya da kadın hiç mi hiç anlamadığı tuhaf bir dilde yayınlanmış alacalı bulacalı varakpareye aval aval bakarken, altına yazılırdı: Resimde dilber yıldız bilmem kim, gazetemizi incelerken görülüyor...

Bunların erkekleri mutlaka Türk kadınlarını beğenirler, kadınları da mutlaka Türk erkeklerine hayran kalırlar. Erkeğin ismi değişir ama kadının adı genellikle Helga olur.

Aslında herifin Türk kadınlarına yan bakması azıcık sinirimizi de bozmaz değil, fakat bir denge de sağlanmak zorundadır.

Çünkü Türk erkeği istediği gayrimüslim karısını düdükleyebilir ama Türk kadını sünnetsiz adama değil vermek, elini bile tutturamaz! doksanlı yılların ortalarında Porfirio Rubirosa derler bir "uluslararası zampara" vardı, kısa boylu, ince bıyıklı, gözleri fıldır fıldır, Doktor Haydar Dümen'in gençliğini hatırlatan bir "muamele uzmanı"... Buraya gelip Türk kadınlarını çok beğenmişti de basbayağı ciddi bir "alerji" yaratmıştı...

Fakat istanbul'a gelen gayrimüslim karısına mutlaka sorulur; Türk erkeklerini nasıl buldunuz?

O da kibarlık eder, "vallahi henüz bulamadım, orasını burasını karıştırıyorum bakalım" demez.

Böylece, bütün turistlerin kendisiyle yatmak için yanıp tutuştuklarını sanan kasaba çemişine de, kadının önce ırzına geçip sonra da boğazını kesmesi için mükemmel bir zemin hazırlanmış olur.

Bir tarihte ünlü şarkıcı Julio Iglesias gelmişti (Enrique'nin babası)... Hilton Oteli'nde kaldı, o gece iki Türk yüksek sosyete hatunu, isimlerini unuttum, kendisini birlikte beğendiler...

istanbul hatırası olarak buradan memleketine ne götürdü, biliyor musunuz? Halı, kilim, oniks ve lokumun yanı sıra, uyuz hastalığı!

"Sosyete uyuzu" derler, fazla beğenmekten bulaşır.

bir ara da sharon stone gelmişti hani, Ertuğrul Özkök denilen, pipisini kaldırabilmesi için en az 10 viagra yutması gereken kart horoz kendisiyle röportaj yaparken ağzının suları akıyordu...

kime anlatıyorum, siz daha dün yediğinizi hatırlamazsınız!

ben bu yazıyı sana yazdım

taş muhafızların yanan bakışları altında, seni saran mermerlerde bir silik ayak izi ve bir soluk dua fısıltısı bıraktım, minnet duyguları yüreğimi yakarken...

artık o mermerler kadar ölümsüzüm en azından, senin kadar olamasam da...

rus hatunun türk erkekleri hakkındaki düşünceleri

rus ablamız diyor ki; "türk erkekleri, rus erkeklerinden daha bakımlı"...

ya ablacım, türk erkeği deodarant kullanmaya daha yeni yeni başladı ki sırf bunun için orhan gencebay kariyerini piç etti. senin bundan haberin var mı?

yok!

sözlük yazarlarının hayat sloganlar

hiçbir şey yapmamak yanlış bir şey yapmaktan iyidir.

bakla

efendim bir süredir diyetteyim üzerinize afiyet bir bok yiyemiyorum, öyle aç aç dolaşıyorum... (ne diyeti diye soracak olan varsa şimdiden cevap vereyim; "bok diyeti"! o kadar ki, neler yiyemeyeceğimi yazmak yerine sadece yiyebileceklerimi yazmışlar, o da bir a4 kağıdının yarısına sığıyor yani... gerisini siz düşünün)

diyete başladığım günlerde karşıma çıkan üst kat komşum emekli öğretmen ve mazbut-Kemalist cumhuriyet kadını Necla Hanım'ın da listeyi görmeye fırsatı oldu ve ilk fark ettiği de elbette; bakla!

bu arada şu "mazbut Kemalist cumhuriyet kadını" lafını habire kullanıp dururum izmirli emekli öğretmenler için, bir gün bir dangalağın teki mesaj atmış küfürler yağdırıyor; "öğretmenlerle dalga geçip duruyorsun Atatürk düşmanı" diyerek... oysa dalga geçtiğim yok, böyle bir tarzı var emekli kadınların...

"ha bilmiyorum ne tarzı o" diyecek olanlar için açayım bari konuyu; nasıl ki köktendincilerin çarşafı yada siyasal-islamcıların türbanı vardır, Kemalistlerin de tayyör etekleri simge yerine geçer.

Rengi koyudur. Moda ne kadar değişirse değişsin, o tayyör-etek hiç değişmez. Çünkü hem Batılı görünmek hem de fazla ileri gitmemek, açılıp saçılmamak gerekmektedir. inönü Atatürkçülüğü'nde cinsellik yoktur.

Rahibe, eline evlenmeden erkek eli de değdirmez tabii. "Görücü usulüyle" değil, "konuşup anlaşarak" evlenir ama cinsellik sonra devreye girecektir. Cinsellik esas olarak çocuk yapmakta kullanılacak, genellikle orgazm nedir bilinmeyecektir. ayrıca cinsellikte öyle pozisyon falan yok, ölü kurbağa gibi yatar yatakta bu fraksiyonun dişileri.

Saçlar topuz yapılacaktır, uzun saç makbul değildir. Ayakkabılar mutlaka siyah, mutlaka kısa ve kalın topuklu, burnu mutlaka yuvarlaktır. Açık ayakkabıyı solcu yada liboş yellozlar giyerler, karşı devrimci ve de hafif oynak olduklarından...

Tayyörün altına, beyaz bluz giyilir. Bluzun yakası fırfırlıdır.

Takı, yalnızca ve yalnızca "alyans" olabilir, bu yüzük ilk darbede, darbecilere para lazım olduğunda devlete hibe edilecek ve yerine iftiharla bir teneke takılacaktır.

Aksesuar olarak uzun saplı bir "avukat hanım çantası" düşünülebilir ama rahibe esas olarak bir devlet dairesinde çalışır.

Kocası da memurdur. Ya da memur kafalıdır. (zaten öğretmen öğretmeni bulur genelde)

Kocası her akşam çeyrek küçük şişe Yeni Rakı içer, ne eksik ne fazla. Etikete kalemle de işaret koyar belki.

Vatanın her köşesinin bir olduğunu düşünür ama taşraya gitmemek için de her türlü torpil dümen döndürür.

Eve mütemadiyen sözcü gazetesi girer, Para durumu uygunsa bir de cumhuriyet alınabilir.

Rahibe, yabancı dil bilmez. Genellikle kitap okumaz, okursa da Turgut Özakman okur. doğurganlığını kaybetmiş olan yaşlı kesimi Aka Gündüz okur, belki bir de Yakup Kadri'nin "Yaban" romanı, bir de Reşat Nuri'nin "Yeşil Gece" ... Tabii, "Vadim O Kadar Yeşildi Ki..." isimli eseri de unutmayalım.

Hobileri arasında, kapıcının karısına okuma yazma öğretmek gibi faydalı uğraşlar da vardır.

Evde genellikle kaçıncı derecenin kaçıncı kademesine ne kadar zam gelebileceği tartışılır, gericilere oy veren cahil halka kızılır, işçi küçümsenir, köylüden nefret edilir.

Köy Enstitüleri'nin kapatılmış olmaları da ayrı bir üzüntü kaynağıdır elbette, daima konusu açılır akşam yemeklerinde ve yas tutulur. o gece sevişilmez.

Rahibenin iyice başına menopoz vurmuş olanı da, elinde bayrağıyla katıldığı cumhuriyet mitinginlerinde "yaşasın cumhuriyet" diye bağırarak kendini yerlere atar. (sanki başka bir şekilde yönetilebilme ihtimalimiz varmış gibi...) Sonra pişman olur, çünkü kirlenen tayyör-eteğin temizleyici ücreti aile bütçesini zorlayacaktır.

ya konu nereden nereye geldi amına koyayım! ne diyorduk?

evet. üst kat komşum emekli öğretmen Necla hanım da aynen bu tipte klişe bir kadın. tek farkı, kocası rahmetlik olmuş, kendisi de doğurganlığını kaybetmiş, kafasını hep incir çekirdeğini doldurmayacak kadar ıvır zıvıra çalıştıran muhterem bir teyzemiz.

hani baklayı da hiç sevmem, yazacak başka bir şey kalmamış gibi bunu yazmışlar listeye...

tam sabah işe gitmek için evden çıkıyorum, "aberystwyth" diye sesleniyor bana üst kattan. "akşam iş dönüşü eve girmeden önce bana uğra, sana bir tabak bakla yemeği vereyim"...

Necla hanım 55-60 yaşlarında, 1.70 boylarında, yalnız başına yaşayan enfes bir kadın. "enfesliği" elbette tipinden yada davranışından değil apartmanın yöneticisi olması ve benden aidat almama kıyağı geçmesinden kaynaklanıyor...

yemin ediyorum bütün gün o bakla yemeğinden nasıl kaçarım diye düşünüp dururken bir an ülkeyi terk etmeye bile karar vermiştim oysa!

kaçamadım... kapının daha 1. kilidini çevirmem ve o çıkan "ttrrkk" sesinin ardından, koşar adım elinde bakla yemeği ile bitti kapımda!

a- aaa Necla hanım, ya benim aidat borcum var mı? (o baklayı yememek için tüm aidat borçlarımı tek kalemde kapatabilirim mesajı veriyorum ama karı anlamıyor)

n- kes! aberystwyth ben sana bana uğra demedim mi?

a- (karı emekli öğretmen, o avuç içi kim bilir kaç gencin yüzüne 2 tokat aşk etmek için indi, sakinim) Necla hanım tamamen aklımdan çıkmış, yemin ederim, allah-kuran-Mushaf çarpsın ki unutmuşum. yani çarpılmam diye umuyorum...

n- yoksa sen bakla sevmiyorsun musun? hani siz ne yapsanız ben yerim demiştin?

a- (hay onu söyleyen ağzıma suratıma köpekler işesin benim...) olur mu hiç öyle şey Necla hanım, ben bayılırım baklaya, ateşim 40'a vurduğunda bakla bakla diye sayıklarım ben.

n- tamam kes tıraşı, yoğurdun var mı?

a- yok ama mayalayayım sütü, yarına olur inşallah...

n- bekle sana yoğurt getireyim...

karı yoğurdu da getirdi, tam kapıyı kapatıyorum, "hayır yediğini göreceğim" deyip içeriye de girdi... o baklanın her tanesini yoğurda bulaya bulaya nasıl yedim bir bilseniz a dostlar!

eeeyy yeri, göğü, gezegenleri, yıldızları, galaksileri yaratan rabbim! baklayı sen yaratmış olamazsın!

ayrıca sana da saygımı yitirdim Necla!

fetöcü Necla!

orospu Necla!

baba vanga

Vanga Nine yani... "Baba" nine demek Slav dillerinde.

Asıl adı Vangelia Guşterova... Kredi kartı bilgilerine ulaşmak isterseniz! kızlık soyadı Dimitrova...

Eski bir Osmanlı sayılır, bir Pomak kadıncağız... 1911 doğumlu, 1996'da ölmüş, iki gözü kör.

Kehanetleriyle ünlü... 2000 lerde hortlattılar bu kadını.

iran'dan bir kehanet yumurtlanınca (batıda kara renkli bir adam dünyanın en büyük ordusunun başına geçecek ve sonra da kıyamet kopacak), Vanga Nine'nin de benzer bir kehaneti hatırlatıldı: Amerika'nın kırk dördüncü başkanı bir zenci olacak ve ondan sonra da başka bir başkan gelmeyecek, çünkü Amerika yıkılacak demişti. Ama tutmadı. Obama sağlıklı bir biçimde görevini Trump a teslim etti.

Ona bakarsanız, Vanga Nine günün birinde bütün dünyanın komünist olacağını ve Rusya'nın da dünyayı ele geçireceğini söylemiş.

Bu da Bulgaristan'ın komünist yöneticilerinin pek hoşuna gitmiş olmalı ki, kadıncağıza ilişmemişler. Hatta, eski diktatör Todor Jivkov'un bile sık sık ona danışmış olduğu söyleniyor. (Hani şu, bizim örtülü ödenekten rüşvet alıp Naim Süleymanoğlu'nu bize bırakan adam!)

Ninenin kehanetlerinin büyük çoğunluğunu, sakız gibi her yana çekilebilir genelgeçer laflar oluşturuyor: iklimler değişecek, kuraklık artacak, Çin ekonomisi çok gelişecek, Üçüncü Dünya Savaşı çıkacak, falan filan... Yemeğini ateşe koyup gazetelere göz atan herhangi bir ev kadınının da ileri sürebileceği malum kaygılar... Elbette uzaylılar da geleceklermiş. Gelmeseler şaşardım.

Bunun ötesinde, daha kolay yorumlanan sözleri de var: Amerika'yı demir kuşlar düşürecek, Vladimir'in zaferi parmak ısırtacak, falan filan...

Fakat işin suyunu şurada kaçırmışlar: Adolf Hitler (ki fala çok meraklıymış) bu kadını evinde ziyaret etmiş ve artık ona ne dediyse, yanından son derece tatsız ve asık suratlı ayrılmış...

Hitler'in hayatı boyunca Bulgaristan'a hiç ayak basmadığını biraz araştırsanız ortaya çıkar.

Acaba nineyi Almanya'ya mı götürmüş getirmişler?

Galiba, ünlü falcı Hanussen'den azıcık esinlenmişler. Hitler, "günün birinde yenileceksiniz" dediği için onu öldürtmüştü.

Acaba nineye niçin dokunmamış?

Bizde de Hande kazanova var, her sene yılbaşı dolaylarında Hürriyet Gazetesi bu kadını muntazaman ziyaret eder, birinci sayfadan yayınlanmak üzere hatırını sorar, o da döktürür ; Fenerbahçe şampiyon olacak, Bülent Ersoy çocuk doğuracak, vs...

Elbette bu işe çağdaşlık katanlar da var. medyumlar KDV'li kasa fişi de vermeye başladılar...

Fakat geçmişte Medyum Keto, ne hikmetse, canlı yayında Medyum Memiş'ten dayak yiyeceğini öngörememişti...

Tam bütün bunları aştık, "hayatta en hakiki mürşit olan ilim" yoluna girdik derken başımıza Vanga çıkardılar.

Sigara ve silah sevkederek bizi duman ettikleri yetmedi, şimdi de eğitimi ve aklı kıt kadınları böyle oyalıyorlar... Ben de merak ettim: CHP 2100 yılına kadar hiç seçim kazanabilecek mi?

Hep olumsuz şeyler söylemişsin be nineciğim, attır bize hayırlı bir kehanet, sevindir şu kemalistleri icabında...

en sevilen yazar

herkes birisini sever elbette ama bu muhabbetin bir üst boyutu "hangi yazar daha iyi" sorunsalıdır. tabii ne tür kitaplar okuduğunuza göre de değişir...

Siz de benim gibi, "bütün zamanların en iyi bilmem kaç bilmemnesi" türünden sıralamalara gıcık olanlardan mısınız?

Yoksa aval aval koşup o ürünleri ve hizmetleri hemen tüketmeye bakanlardan mısınız?

"Ölmeden önce çekmeniz gereken yüz hareket, görmeniz gereken elli yer, yatmanız gereken kırk kadın" türünden zırvalardan söz ediyorum...

Bunun hiçbir ölçüsü yoktur, listeyi yapanın kafasına, zevkine göre düzenlenmiş bir "seçmeler dizisidir" alt tarafı.

işin pis yanı, bunu ciddiye alanlarda da yapıyorlar; geçenlerde Newsweek dergisi "bütün zamanların en iyi yüz kitabı" listesi yapmış. (amiyane tabirle"tüm zamanların"...)

At yarışını Tolstoy kazanmış, "Savaş ve Barış" romanıyla. Bizim Tolstoy hayranları sevinebilirler(Üstad et de yemezmiş bu arada.)

Ben tutup da "niçin listede Dostoyevski yok" diye maraz çıkartıyor muyum? Gülüp geçiyorum.

Malraux yok, Kafka yok, Aragon yok, Marquez yok, hadi onları bırakın, Cervantes yok yahu, koca Cervantes!

Buna karşılık "Philip Pullman" diye bir herif var örneğin, "W.E.B. Du Bois" diye, güneyli bir zenci olduğunu tahmin ettiğim birisi var, Willa Cather, Alice Walker gibi beşinci de değil sekizinci sınıf yazarlar bile var. incil var, Kur'an-ı Kerim yok (ne bekliyordunuz?)

Listeyi oluşturanlar, Oprah Winfrey'in "kitap kulübünün" üyeleri...

oprah winfrey lan! oprah winfrey kim amk!?

bu koca götlü opraaaam kurduğu kitap klübü ile "şunu okuyun, bunu okuyun" diyormuş...

Allah'ın Amerikalı kasaba kırosu ne anlar edebiyattan? Okumak için bir "guruya" ihtiyaç duyan, kendisine kitap seçmesi için ille bir "kulübe" başvuran, okuduğu en ağır eser "Reader's Digest" olan zavallı "ortalama Amerikalı" mı karar verecek en iyisine en kötüsüne?

hasssiktir yaaa! dedik ve güldük geçtik. Hem bu tür listelere, hem de onları ciddiye alanlara.

Gerçek şu ki, "en iyi yazar" diye bir canlı türü de yoktur.

iyi yazarlar, kötü yazarlar vardır; elbette bir Ernest Hemingway ile bir Barbara Cartland mukayese edilmeyecektir.

Ama, "Tolstoy mu daha büyüktür, Dostoyevski mi" gibi sorular anlamsızdır. Birini de okuyacaksın, ötekini de.

Bu tür tartışmaların moda olduğu bir dönemde, ünlü eleştirmen ve edebiyat tarihçisi George Steiner "Tolstoy mu, Dostoyevski mi?" diye gene çok ünlü bir kitap yazmış, sonunda bu tartışmanın saçma olduğu kanısına varmıştı.(bu sonuca varmak için kitap yazan bir manyak!)

Her sanat dalında bu böyledir.

Picasso mu daha büyüktür, Velazquez mi? Böyle saçma soru olmaz. hangisinin pipisi daha büyüktür diye sormak daha bile mantıklı olur.

Mozart mı daha büyüktür, Beethoven mi? Birinden birini "seçen" eşektir.

Ama elbette Johann Sebastian Bach ile fazıl say arasında bir "fark" da bulunacaktır.

Kabahat, sanatçıları yarış atı gibi koşturup, sanatı kapitalizmin hırt beğeni süzgeçlerine tıkıştıranlarındır. Şu "best seller" kavramını ortaya atan Amerikalı da mezarında ters dönsün, amuda kalksın, dirilip dirilip gebersin inşallah...

Ama... "uludağ sözlüğün en iyi yazarı kimdir" sorusuna gelince iş değişir tabii değil mi?

herkes başlayacak şimdi "benim benim benim" demeye,

Benim ulan, var mı ötesi?... Hadi yürüyün... Oprahcığım, bunlar bana inanmıyorlar, bari sen söyle koca götlü çikolatam...

ben bu yazıyı sana yazdım

eski ve soğuk taş duvarların üzerinden akan rutubetin sebep olduğu tuhaf bir koku var bu antik dehlizlerde...

uzak bir zamanda buradan geçen zırhlar içindeki bir şövalyenin çizmelerinden dökülen ve binlerce asırdır bu zeminde yatan toz yavaşça havalanıyor, ben temkinli adımlarla ilerlerken. nefes alışlarımda binlerce asrın yükünü hissediyorum bu tozla ama zaten gözlerimi kapatıp yatakta, buraya bunun için gelmedim mi?

taş duvarlar zamana direniyor ama bir gün artık güçleri kalamayacak ve önce oldukları yere çökecekler, sonra da ufalanıp kuma dönüşecekler...

zaman, aç bir canavar gibi...

zaman, her şeyi yiyip asla doymayan bir yaratık...

kendisinden kaçabileceğinizi mi sanıyorsunuz? yada onu durdurabileceğinizi mi?

sizi de yiyecek, sizden öncekileri yediği gibi... ve dönüp arkasına bakmayacak bile, sıradakine geçecek!

bir gölge olmak, bakışların içinden geçtiği, duyulmayan, elle tutulamayan, sadece bazen orada olduğu hissedilip tedirginlikle ürperilen bir varlık olmak. rüzgarlı ve fırtınalı bir gecede, karanlık sokakları bir an önce daha da karanlığa boğarak süzülüp geçmek. binlerce kişinin arasından kimseye dokunmadan sıyrılıp geçmek. her zaman buz dağının kalbi kadar soğuk olmak...

karanlık odanın üç köşesinde, üç taş taht duruyor, üç tahta oturmuş, üç hareketsiz silüet. artık şekli bozulmuş...

her biri birer gölgeye dönüşmüş üç şekil...

bir zamanlar canlı ve hayat dolu gözlerin olduğu karanlık boşluklar odanın ortasındaki taş mangala yönelmiş, sanki hiç görmüyormuş gibi bakıyorlar. mangalın içinde küçük cılız bir alev var, beyaz renkli bir alev. odanın hareketsiz havasında hiç dalgalanmadan yanıyor. soluk beyaz rengine bakarak yandığı ne kadar söylenebilirse o kadar yanıyor...

üzerindeki bakışlara aldırmadan yanıyor...

yaratılmış her şeyin bilgisiyle yanıyor...

ellerini üzerine tutsan sadece soğuk bir esinti hissedersin ama gözlerini üzerine dikenlerin ruhlarını yakarak yanıyor...

adımlarım sakin ama kararlı. kaderin bana oynadığı oyuna boğun eğdim, rüzgarın estiği yöne sürükleniyorum. kafamın dışındaki bir sürü ses hayatın anlamını ve daha pek çok anlamsız şeyi tartışıyor, tükenen zamana aldırmadan...

ama kafamın içindeki ses bana çok uzun zaman önce söyledi; "hayat anlamlarla uğraşmaz, ilgilenmez, dönüp bakmaz bile. o sadece varolmakla meşgul olur. zamanın kemirdiği kemiklerin yerine yenilerini koymakla... artık yeni kemiklerin olmayacağı güne kadar!

dehlizlerde ilerlerken adımlarımı sıklaştırıyorum. soğuk ve karanlık odada üç taht duruyor, üzerlerinde oturan üç soluk gölge...

ve dördüncü taht bomboş beni bekliyor...

ben bu yazıyı sana yazdım

gözlerini yavaşça araladı aberystwyth. tavanı izledi bir süre, sonra duvardan birkaç nokta seçti, gece yatarken yeniden onları bulmak için. kedi gibi gerindi...

yatağından kalkıp dışarı çıkmak istedi ama bunu yapmaya üşeniyordu. ufak elini yataktan sarkıtarak arkasındaki sobaya sobaya doğru uzattı. sobayı açık unutmuştu. eli yandı... diğer eliyle elini tuttu sıkıca. canı çok yanmıştı. kalkmak için yavaşça doğruldu. deniz kenarında bir iskeledeymiş gibi uzun uzun sallandırdı ayaklarını, yatağın kenarından. eli çok acıyordu. yataktan kalktı, bir şeyler yapmak için.

duvardaki saate baktı, ters ilerliyordu.* şaşırdı...

ilk aklına gelen şey, annesinin odasına gidip uyuyup uyumadığına bakmak oldu. uzun ve dar koridordan geçerek odaya doğru ilerledi. odaya gelince ürkekçe uzattı kafasını kapıdan. annesi yoktu. ağlamaklı oldu, yine de kendisini tutmaya çalıştı "umudundan".

karnı acıkmıştı ama annesi olmadan bir şey yapamazdı. saatine baktı, hala ters ilerliyordu.* ne olduğunu anlamaya çalışmadı, belki de çalışamadı.
mutfağa doğru ilerlemeye başladı, küçük adımlarıyla. buzdolabına doğru elini uzattı. kapısı ters taraftaydı. * bir anlam veremedi, verseydi de anlamsız olacaktı.

buzdolabının kapısını açtı, annesinin aldığı peynirden başka yiyecek bir şey yoktu. canı bir şey istemiyordu zaten. peyniri alıp tabağına koydu. çevresine baktı ve ışığı kapatıp çıkmak için kapıya doğru yürüdü. ışığı kapatırken anahtarın ters olduğunu fark etti...*

salona geçti. elindeki tabağı masanın üstüne bıraktı. hala üşüyordu. odasına dönüp battaniyesini almak istedi ama bunu yapacak gücü yoktu. kendisini iterek odaya kadar gitti. battaniyesini bir bacağı kırık olan sandalyesinin üzerine bırakmıştı. odadaysa ne sandalyesi vardı, ne de battaniyesi. bulamadı. kafasını çevirip arkasına baktı, ikisi de oradaydı. sessizce aldı battaniyeyi. dar ve uzun koridordan bir defa daha geçip salona gitti, elindeki battaniyeyi yere sürterek. bu yol onu fazlasıyla yoruyordu...

salona gelince peynirini yemeye başladı, üşüyen elleriyle. çok uykusu vardı ve dışarı çıkmak istemiyordu ama gitmek zorunda olduğunu biliyordu. ağır ağır tabağındakileri bitirdi.

boşlukta hissediyordu kendisini, aynı bir kar tanesi gibi yavaş yavaş yere düşen, eriyişini bekleyen.

isteksizce yerinden kalktı... odasına gitti yeniden. kırık çekmecesinden atkısını ve eldivenlerini aldı, sıkıca giyindi. sonra salonun yanındaki hole gitti. aklından, sabah kafasından işaretlediği noktaları geçirdi, onları nerede bıraktığını hatırlamaya çalıştı... ayakkabılarını giymek için kapının önündeki hasır tabureye oturdu. ayakkabılarının bağcıklarını bağlarken gözü duvardaki aynaya takıldı!

duraksadı bir an...

elindekileri bıraktı aniden. aynanın karşısına geçti...

derin derin baktı, uykusuzluktan şişmiş gözleriyle. yansımalarını izledi. aynanın diğer tarafında ne olduğunu merak ediyordu. elini açarak aynaya dokundu yavaşça. kendisi de ona dokundu.

birden eli aynanın içine girdi. korkmuştu, kolu omzuna kadar aynanın içindeydi. kendisini çekmeye çalıştı... kurtuldu.

donakaldı... derin derin nefes alıyordu korkuyla, kalbi yerinden çıkacak gibiydi. bir adım attı geriye doğru. aynanın diğer tarafına geçebilirdi. kendisiyle savaşıyordu bunu yapmak için.

yanık elini, titreyerek uzattı aynaya doğru yeniden.

aynaya dokundu. eli, sanki bir bataklıktaymış gibi aynada kayboluyordu. derin bir nefes aldı ve aynanın içine doğru atıldı bir anda, tamamen aynanın içine girdi bu kez...

artık aynanın diğer tarafındaydı. saatine baktı. normal ilerliyordu...

(bkz: belki de yaşamanız gereken yer burası değildir)

ben bu yazıyı sana yazdım

Soluk maviydi şehir. Dağınık bulutlar değildi sadece donuk olan, her şey hareketsizdi. Yapraklarını düşüren ağaçlar, evlerin bacalarından çıkan gri dumanlar, boşlukta savrulan gri yapraklar...

Biri cezalandırıyordu sanki devamlı bantı saran bozuk zamanı, ama kimse nasıl tamir edileceğini bilmiyordu.

Buzla kaplıydı her yer, aynı zaman gibi. Kardan adam soluk mavinin içine saklanmıştı, ama arkasında bıraktığı donuk kar tanelerinden anlaşılıyordu nereye saklandığı...

aberystwyth'di sadece hareket eden, hareket ettiği halde yol alamayan. Kaybolmuştu. Dizlerini koydu buzdan toprağa, kafasını kaldırıp gökyüzüne, asılı duran kar tanelerine baktı. Düşüşünü bekledi birinin, ufak ellerini açarak, ama düşmedi...

Dizlerini dikkatlice kaldırdı ellerini iki yana açarak. Dengesini kaybetti, ama düşmedi. Bir adım attı buz tutmuş toprakta. Ardından bir adım daha...

Ve bir adım daha...

ilerledi kırık dakikalara basmadan. Akreple yelkovan inatlaşıyorlardı birbirleriyle. Yolun ilerısine baktı aberystwyth. Bir şeyler vardı hareket eden. Dondu, kaldı.

Adımını attı yavaşça. yolun diğer tarafındaki kar tanelerinin düşüşlerini izledi. Hiçbir şey donuk değildi diğer tarafta. Evlerin bacalarından çıkan dumanlar gökyüzünün içinde kayboluyorlardı. Ve bulutlar göç ediyorlardı...

Yüzünü, duvara yasladığı ufak eline gömmüş, gözlerini yummuş sayan bir çocuk vardı yolun diğer tarafında. Uzaktı aberystwyth'e..

10'a kadar saydı kırmızı yanaklı çocuk...

sesi yankılandı şehirde!

Herkes saklanmıştı saymayı bitirdiğinde!

Oyun başlamıştı...

Ne zaman başladığını hatırlamıyordu sanki. Kafasını kaldırdı şaşırmış bir halde, çevresine baktı. Arkadaşlarını aramaya başladı. Saydığı duvarın arkasına baktı, heyecanla. Kimse yoktu. Kırık dökük bir ev vardı karşısında. Yaklaştı tedirgince. Kapıyı tuttu. itti yavaş bir şekilde, olduğu yerde durarak. Ağır ağır açıldı. Gölgesi siyaha boyadı beyaz duvarları. Kafasını uzattı içeriye doğru...

Kimse yoktu içeride. Kapattı kapıyı yavaşça, gölgesini içeride bırakarak...

Yeniden başladığı yerdeydi. Kimse çıkmak istemiyordu saklandığı yerden dışarıya, oyuna devam etmek için. Oyunun bitmesiyse ona bağlıydı sadece. Evlerin arasında kaybolan yolu takip etti. içeriye doğru kıvrılan sokağa girdi evlerin açık bıraktıkları aralıktan. Boşlukta asılı duran dev bir ağaç vardı karşısında, sokağı saklayan. Yaklaştı yanına. Uzun bir atkı vardı yerde. Aldı eğilerek. Ağacın altındaki karları eşelemeye başladı elleriyle...

Kimseyi bulamadı. Saklanmak için iyi bir yer değildi belki de. Belki de kimse yoktu saklanan, ve saymayı bitirdiğinde oyun bitmişti çoktan...

Aramaya devam etti. Sarmal sokaktan çıktı. Bir şey yoktu fark eden. Başladığı yoldaydı bir kez daha. Oyundan çıkmak istiyordu artık. Ama oyunu bitirmekten başka çaresi yoktu çıkmak için.

Kar taneleri vardı yola dağılmış. Onları izledi tek tek, dakikalarca devam etti izlemeye. Sonunda küçük bir ev belirdi ileride, dev ağaç gibi boşlukta asılı duran. Son kar tanesi de evin önündeydi. Çocuk adımını attı küçük eve doğru. Kapıyı araladı...

Saklanan kardan adamı buldu erimiş bir halde. Ve oyun bitti!

Siyah-beyaz, içinden dikey çizgilerin geçtiği eski bir film gibi izledi her şeyi aberystwyth. Anlam veremedi hiçbir şeye.

Yolun diğer tarafına geçmek için bir adım attı dikkatlice. Bastığı yer kırıldı aniden. Aşağıya doğru düşmeye başladı. Her şey bulanıklaştı çevresindeki, her şey paramparça oldu. Dakikalar kırıldı, gece gündüzle boyandı, donuk kar taneleri eridi, ağaçlar yapraklarını savurdu, dikey çizgiler dağıldı...

Yüzünü, duvara yasladığı ufak eline gömerek gözlerini yumup 10'a kadar saydı aberystwyth...

sesi yankılandı şehirde!

Herkes saklanmıştı saymayı bitirdiğinde!

Oyun başlamıştı...

Ne zaman başladığını hatırlamıyordu. Kafasını kaldırdı şaşırmış bir halde, çevresine baktı. Arkadaşlarını aramaya başladı...

Belki de kimse yoktu saklanan.

ve saymayı bitirdiğinde, oyun bitmişti çoktan...

görsel

themis portia entryleri

"enter" tuşunun ne işe yaradığından bi haber olup, ishal olmuş bir kedi için histeri krizlerine girip 1 metre yazı döşeyen bir ucubeyi özleyen varsa ya gerçekten ahmaktır, yada alkoliktir!

kemalistlerin çomarlarla mücadelesi

Vakti zamanında abdurrahman Dilipak'ın bir "olay" kasedi, tıpkı hacıefendiler, hocaefendiler, mafyababası efendiler gibi, ne hikmetse, nerelerde çekilip nerelerden bulunduysa, yayınlanmıştı...

Ne demişti Abdurrahman? "Atatürk rakı içerdi, kadınlara bakardı, Latife Hanım'la aralarında şiddetli geçimsizlik vardı, iki yıl sonra boşandılar" demişti.

veee ülke çapında Kemalistlerin linç girişimine sebep olmuştu, hem de salyalar küfürler eşliğinde...

Abdurrahman efendi adamdır. Kibar adamdır. Medeni adamdır. Çelebi adamdır. sık sık hedef kitlesini gıdıklayabilmek için beyinsizce yazılar yazar zira hedef kitlesi beyinsizdir! Evet, şeriatçıdır. mesela ben de değilim! Dünya görüşlerimiz ve yaşama biçimlerimiz arasında dağlar kadar fark olması, Abdurrahman'a küfürler edip, gömüp, üzerine beton dökmeyi gerektirmez... Kemalistlerin bu avam takımı lumpenler ile mücadele ederken akıllıca davranmaması, bu gibi tiplerin ekmeğine yağ sürer üzerine de bal damlatır.

abdurrahman'ın o vakti zamanında söylediklerine gelirsek;

içmez miydi? Bakmaz mıydı? Boşanmadılar mı?

Ben de içerim, ben de bakarım, ben de ilk eşimden ayrıldım, şimdi birisi bunlar "yüzüme vursa"(!) bana hakaret etmiş mi olacak?

Yapmayın... Şeriatçılarla mücadele edin ama akıllıca edin. Atatürk'ün rakı içtiğini, hem de çok içtiğini ve bu nedenle siroz olup öldüğünü yediden yetmişe, Kemalisti şeriatçısı, dostu düşmanı herkes bilir. Türkiye'de gelmiş geçmiş belki de en yakışıklı adam olarak o dönemde bütün kadınların ona tutkun olduğunu da bilmek için tarih okumak gerekmez.

Atatürk, kadehini halka gösterip, "efendiler, buna rakı denir, ben bunu gizli içmem, açık açık içerim, haydi şerefınize" demiş adamdır. helal olsundur.

aradan yıllar yıllar geçiyor ama kemalistler mücadelelerini hala aynı beceriksizlikle devam ettiriyorlar. gülünç oluyorsunuz... aklın yerine imanı koymaya çalışanlarla mücadele ederken siz de aynı duruma dönüşüyorsunuz, siz de akılcılığı bırakıp yeni bir iman oluşturmaya çalışıyorsunuz, aynı düzeyde, aynı "kulvarda" oynamaya kalkıyorsunuz onlarla!

atatürk peygamber değildir. çankaya ve anıtkabir birer "kutsal ziyaretgah" değildir. nutuk, bir kutsal kitap değil, sadece gazi mustafa kemal paşa'nın önderliğini yürüttüğü kurtuluş savaşı anılarıdır.

atatürk de sizin gibi, benim gibi, bütün artı ve eksileriyle bir fanidir. sizden ve benden daha büyük, çok daha büyük bir adam olması, onun da "insan" olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz ki!

"atatürk rakı içerdi" diyen adama terör estirmekle yada atatürk'e yazılan aşk mektupları hakkında yorum yapanları 'atatürk düşmanı' ilan etmekle (bu ben oluyorum) yanlış yoldasınız sevgili kemalistler...

ha işin iç yüzüne gelirsek; evet, atatürk rakı içerdi, hem de çok içerdi. üstelik yanında yemeği de çoğu kez ihmal eder, leblebiyle içerdi. karaciğeri de bu yüzden dayanamadı ve onu 57 gibi çok genç, çok zamansız, çok olmayacak bir yaşta yitirdik... şu zamanda şunu söyleyebilmek cesaret işi, yürek işi haline mi geldi? bu duruma mı düşecektik?

benim için "küfürbaz" diyebilirler, "deli" diyebilirler, "olumsuz" diyebilirler ama çok şükür kimse "korkak" diyemez. hele "atatürk düşmanı" hiç diyemez...

yalnız, iki dakika da düşününüz sevgili kemalistler; atatürk neden çok içerdi acaba?

sakın, ne kadar yapayalnız olduğunu, çevresinin nasıl onun devrimini ilk fırsatta yozlaştırmaya yatkın bürokrat eskilerinden oluştuğunu ve devrimini hangi çapsız kadrolara emanet etmek zorunda kalacağını o müthiş sezgileriyle ve öngörüsüyle kavramış olmaktan, bunun verdiği kederden olmasın?

24 haziran 2018 genel seçimleri

efendim, "dip dalgası" varmuş...

bildiğiniz gibi değil çok büyük bir sürpriz olacak ve ak parti kaybedecekmüş...

Erdoğan yenilirse "mann" adasına kaçacakmuş...

muharrem ince gümbür gümbür geliyor artık kimse onu durduramazmüş...

miş miş miş de muş müş muş...

ahahahah! yazarken bile ağzımla değil götümle gülüyorum ama gelin ben size aslında işin gerçeğini anlatayım;

türkiye'yi memurlar mı idare edecekler, köylüler mi? kavganın gözü bu sorudur.

çünkü türkiye'de bir burjuva sınıfı yoktur. aristokrat olmadığı için burjuva olmamıştır, burjuva olmadığı için de düzgün bir işçi sınıfı... şimdi "burjuva sınıfı" diye adlandırılan kesimi ayda 50000 tl kazanan insanlar olarak algılayabilecek gerizekalı-sittirici çadır kurma meraklısı embesil yazarlar olacaktır. normaldir!

(pardon, burjuva sınıfı vardı, "gayrimüslimlerdi" bunlar, tasfiye edildiler. milli devlette onlara yer yoktu.)

kendine aristokrat havaları vermeye çalışan bir avuç ihtiyarı kurcaladığın zaman ataları genellikle ya kapıkulu çıkar, ya da ibrikçibaşı gibilerden saray görevlisi. kapıkulu aristokrat değildir, bir tür "süper bürokrattır" osmanlı'da.

bunun gibi, çok zengin vatandaşlarımız da vardır, bunların bir kısmı çok iyi eğitilmiş, kültürlü insanlardır, yeni zengin olmuş hırtlar gibi serseri de değillerdir, köklüdürler, mazbut yaşarlar. ama bunlar, bir sınıf olarak burjuvaziyi oluşturamazlar, bir kere sayıları yetmez.

niçin böyle bir ukalalık ettik?

çünkü geçen aylarda iki şey oldu. bir; tüsiad başkanı, "avrupa birliği'ne uyum için tck'nın 301'inci maddesi hemen kaldırılsın ve Avrupa ile barışılsın" dedi.

burası düzgün bir ülke olsaydı bu laf üzerine o madde hemen kaldırılırdı, bu bir, aslında o madde daha başından hiç konmamış olurdu, bu da iki.

çünkü türkiye'yi tüsiad, daha doğrusu onun temsilcileri ve "onlar gibiler" yönetiyor olurlardı. karşılarında da, emekçilerin gücüne yaslanan düzgün bir sol parti bulunurdu.

ama şu madde, daha birçok konu gibi, ankara'da memurlar ve köylüler arasında "itişme vesilesi" oluyor ve olacaktır.

geçen ay bir başka şey daha oldu; kara kuvvetleri komutanı bir konuşma yaptı.

matbuatın yalak kesimi, yağ çekmek için, paşanın konuşmasının "hamasi" yanları üzerinde durdu ve hükümetin götünü yaladı...

oysa paşa, şunu da söylemişti; "dünyada yaşanan devrimlerin büyük bölümünün kaynağı ve dayanağı olan güçlü, entellektüel ve ulusalcı sosyoekonomik kadroların türkiye'de varlığından bugün de sözedilebilir mi? eğer sözedilebilirse, bu kadrolar, devrimlerin korunması, sürekliliği ve ilerletilmesinde kendisine düşen görevleri yerine getirmekte midir? yoksa bu görevler öncelikle yine askeri ve sivil kadrolardan mı ya da türk ulusunun bütününden mi beklenmelidir?"

açarsak, paşa şunu demek istiyordu; türkiye'de milli burjuva sınıfı olmadığı için, onların yapacağı devrimleri biz yapmak zorunda kaldık tarihte!

ve de şunu eklemek istiyordu; eskiden yoktunuz, artık oluştuysanız, aslında kendinizin yapmış olması gereken ve bize yıktığınız devrimlere bari şimdi sahip çıkın! çıkmazsanız, iş gene bize düşecek!

paşa haklı mıdır? haklıdır.

fakat geç kalınmıştır.

(buarada generallerin yarısını içeriye tıkıyorsun 15 Temmuz'da darbe yaptılar diye ama her nasılsa dışarıda kalanlar hala ayrı bir kafa yaşıyorlar)

burjuvaziye "benzer" bir zümre oluşmuştur ama bu artık "milli" olamaz. küreselleşmeye karşı çıkamaz, emperyalizme kafa tutamaz.

bu sınıfın temellerini cumhuriyetin ilk yıllarında atacaktınız paşam, geç kaldınız. aslında atar gibi oldunuz da, cılız ve yetersiz kaldı. bunun yerine "kültür devrimine" ağırlık verdiniz, ekonomik kalkınmayı ertelediniz ve "sonraki kuşaklara" bıraktınız, hem de sonra onlarla kavgaya tutuştunuz, dönem dönem de bellerini kırdınız. siz diyorum, siz değil tabii, babalarımız, eski bürokratlar.

bugün de bir "çakma dinci burjuvazi" oluşmaya çalışıyor, hatta oluştu bile sayılabilir ama gelin görün ki bunlarda pek bir köylü...

herhalde "aman milli tacir bulalım" diye artık son kullanma tarihi geçmiş eski kılıç artıklarını cumhurbaşkanı yapmayı düşünmüyorsunuzdur...

haa, bakın, ali koç'u, ömer sabancı'yı, mehmet emin karamehmet'i, ya da onlara benzer birini başbakan yapsanız, türkiye adım atar. tüsiad'ın yönettiği, türk-iş ve disk'in denetlediği bir türkiye, daha düzgün bir ülke olurdu...

o dalga boyuna gelene kadar da, köylülerle kavga etmeye devam! ama ülkeyi halk yönetecekse, yani demokrasi olacaksa, hep dinciler kazanacaklar. çünkü toplumda başat olan "varoş", yani lumpen kitlesi.

Türkiye'nin %60'ı varoş! sonra soruyorlar akp nasıl iktidara geliyor diye...

peki nasıl çıkacaksınız bu işin içinden paşam? gene esip gürleyerek mi? eskisi kadar kolay mı?

neyse ya, bunlar ciddi konular ama herkesin hakkını kendisine teslim ediyorum... o seçim heyecanınız... yoksa lan akp'den kurtuluyor muyuz diye kalp ritminizin yükselmesi... o içinize düşen garip mutluluk falan...

bu ülkede bir devrim olmadıkça size düşen tek şey böyle ufak zihin mastürbasyonları olacaktır daima, devam edin...

hadi size bir bomba daha patlatayım; muharrem seçilirse tüm akp'yi yargılatacakmuş... ahahah!

ben bu yazıyı sana yazdım

Bozuk kağıt radyo rüyaları çalıyordu...

Radyonun hışırtılı sesi yankılanıyordu, "“iyi”"nin ve “"kötü"”nün şehrinde ama kimse bu sesi duyacak kadar dikkatli ya da “farklı” değildi...

Bunu onlardan beklemek de haksızlık olurdu. Zira herkes çok uzaktı eski, kağıt radyoya; donuk gökyüzüne karışan, duyulması zor rüyalara...

Ürkekçe çizilen kırık bulutlar ya da dağınık rüzgar her an daha da uzağa savurabilirdi radyoyu ve çevreye saçılan rüya parçalarını ama bulutlar, rüzgar dahi o denli acımasız değildi. ikisi de dağınık olmasına, rastgele hareket etmesine rağmen… “"iyi”"nin ya da “"kötü"”nün de onlardan farkı yok gibiydi. ikisi de dağınıktı, ikisi de kötüydü; biri iyi olmasına rağmen...

Buruşturulup bir kenara atıldığı için radyonun sesi kısıktı. Kimse duymak istememişti şimdiye dek radyodan çıkan hışırtıyı ya da rüya parçalarının birbirlerine çarptığında çıkardığı kulak tırmalayan sesleri. Bu yüzden kimse açıp, düzeltmeyi düşünmüyordu buruşuk, eski radyoyu ve biri olabildiğince uzağa fırlatmıştı.

Gözyaşları toprağa gömülmüş bebeklerden; gölgesiyle ağaçları siyaha boyayan cılız, yaşlı korkuluklardan; şehrin “sonu”na çarpıp yere düşen karakargalardan; güçsüz, atsız şövalyelerden ve "“iyi”" ile “"kötü”"den uzaktaydı radyo. Hepsinin gözleri kayıptı; rüyalarıyla yer değiştirilmişti. Onlar farkında olmasalar da...…

Radyodan, zor duyulan rüyalar yükseliyordu tek tek, gökyüzüne doğru. Göç eden kağıt kuşlar gibiydi rüyalar; boşlukta kağıttan kanatlarını çırpıyordu her biri ama hiçbiri sırayı bozmuyordu asla.

Rüzgarın farkında olmadan onları savurmasına ve buna direnecek güçleri olmamasına karşın… Küçük bir ev yükseldi gökyüzüne doğru; uzun, kırmızı kanatları ve ucunda uçsuz bucaksız bir ip ile. Ev, bulutlara karıştı. Ardından maviye… Gözyaşlarının gömülü olduğu toprağı ardında bırakarak… Bir denizatı yükseldi maviye doğru; daireler çizerek, boşlukta yüzerek. Sonra kuyruğunu bulutlara taktı, aynı bir kanca gibi ve kendisini gökyüzüne doğru çekti. Beyaz, dağınık bir duman yükseldi. içinde dev, yeşil bir bahçe ve dev kelebekler ile birlikte…...

Yerin sarsıntısıyla irkildi “"iyi”" ile “"kötü”…", Bir anda rüzgar esmeye, bulutlar ağlamaya başladı; yağmur damlaları topraktan gökyüzüne düştü. Gitgide daha çok rüya yükselmeye, gitgide daha çok can yakmaya başladı radyodan çıkan keskin, kırık rüya parçaları. Yağmur damlalarına karışarak… Ağaçlar sarı yapraklarını gökyüzüne düşürdü. Tek tek, art arda… Gökyüzü sarıya boyandı bu kez; sarı, yaşlı yapraklar kapladı gökyüzünü...

Artık rüyalar gökyüzüne çarpıp yere düşüyordu, yağmur damlalarının tersine. Önce bahçe ve kelebekler düştü toprağa; sonra deniz atı ve ardından uzun, kırmızı kanatlarıyla ev...… Hepsi can çekişiyordu yerde. Kelebekler kanatlarını çırpıyordu, acıyla. Denizatı paramparça olmuştu. Kuyruğunda bulutla birlikte… Ev ise yükselmeye çalışıyordu yeniden. Kanayan, kırık kanatlarına aldırış etmeden… Ama bu çaba boşunaydı...

Nefes alamıyordu aberystwyth. Üstü kırmızı bir örtüyle sıkı sıkıya kapatılmıştı sanki. Hareket edemiyordu. Göz kapaklarını dahi açamıyordu. Her yer karanlıktı, her tarafı toprakla çevrelenmişti...

Güçlükle ellerini kaldırdı, üzerindeki toprağı eşeledi; sonra göz kapaklarını açtı. Can çekişen radyonun ve yağmur damlalarının gökyüzüne düşerken çıkardığı sesi duyuyordu yalnızca ama sesleri ayırt etmekte zorlanıyordu; sesler çok uzaktı ona...

Çırılçıplaktı ve toprağın altında tek başınaydı. Gitgide nefes alıp vermekte zorlanıyor ve gitgide boğuluyordu. Toprağı eşelemeye devam etti. Bozuk dakikalar boyunca… Sonunda yüzeye çıktı; güneş, sarı yaprakların arasından gülümsedi o’na ve aberystwyth, ağlamaya başladı, yeni doğmuş bir bebek gibi...

Her tarafı toprakla kaplanmıştı. Bacaklarını kendisine doğru çekti ve evle, çırpınan kelebeklerle birlikte can çekişmeye başladı. Denizatının paramparça olan gözlerinin içine bakarak…...

Şehrin diğer ucundan, göğü delen "“iyi”" ile "“kötü"”nün adımları duyuldu. Uzun bacaklarıyla ağır ağır yürüyorlardı, yeri sarsarak ve yerden yükselen yağmur damlalarına çarparak. Radyonun hışırtılarını takip ettiler; sesi tek duyan onlardı, sese tek dikkat eden onlardı. aberystwyth'in ve rüyalarının can çekiştiği yere kadar geldiler ama ne aberystwyth hareket ediyordu, ne rüyaları, ne de o canından çok sevdiği kırmızı saçlı al yanaklı küçük kız...

“"iyi"”, eğilerek aberystwyth'i avuçlarının içine aldı ve gökyüzündeki bulutlardan birini alarak o’nu üstüne koydu. “"Kötü"” ise gökyüzündeki sarı yaprakları temizledi. Tek tek… Ardından kağıt radyoyu yerden alarak ürkekçe düzeltti ve radyonun sesini açtı. “iyi”, kırık bulut parçasının üstündeki aberystwyth'i yavaşça avuçlarının arasından bıraktı; aberystwyth, gökyüzüne doğru yükseldi. Ve “iyi” ile “kötü” de onunla birlikte yükselmeye çalıştı. Kanayan, kırık kanatlarına… Aldırış etmeden...…

kırmızı saçlı al yanaklı küçük kız aşağıda kalmıştı ve hep orada kalacaktı...

artık o yoktu...